Kemik ağrıları her insanın hayatında bir veya birkaç defa başına gelen ve çoğu zaman önemsenmeyen rahatsızlıklardır. Özellikle çocuklarda ve genç erişkinlerde giderek artan, istirahat etmekle ya da ilaç içmekle geçmeyen, gece uykudan uyandıran ağrılarda mutlaka daha dikkatli olunması uyarısında bulunan Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı Doç. Dr. Koray Başdelioğlu, bu ağrıların büyüme ağrıları ile karıştırılabileceği ve bu nedenle tanı koymada geç kalınabileceğini de vurguladı.
Kemiği oluşturan hücrelerde başlayan ve tıp dilinde ”osteosarkom” olarak adlandırılan kötü huylu kemik kanserleri çoğunlukla 10-14 yaş arası ve 65 yaş sonrası görülüyor. Uyluk ve kaval kemiğinin diz eklemini oluşturdukları kısımda görülen kötü huylu bu tümörlerin sıklıkla büyüme döneminde görüldüğüne dikkat çeken Yeditepe Üniversitesi Koşuyolu Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı Doç. Dr. Koray Başdelioğlu, bu nedenle ağrıların büyüme ağrıları ile karıştırılabildiği ve bu durumun da tanı koymada geç kalınmasına sebep olabileceğini sözlerine ekledi.
Oldukça agresif seyirli bir tümör olan osteosarkom için erken tanı, uygun tedavi ve düzenli takibin çok önemli olduğunu dile getiren Doç. Dr. Koray Başdelioğlu, ”herhangi bir travma olmadan gelişen, genellikle aynı bölgeyi tutan, istirahat etmekle ya da ilaç içmek ile geçmeyen bu ağrılarda zaman kaybetmeden hekime başvurmak gerekir” diye konuştu.
NADİR ANCAK AGRESİF
Ostesarkomun diğer tümörlere göre daha nadir görüldüğünü hatırlatan Doç. Dr. Başdelioğlu, ”Tüm kanserlerin yüzde 0.2 ila yüzde 1’ini, çocukluk çağı kanserlerinin ise yüzde 2.4’ünü oluşturuyor. Görülme sıklığı yılda milyonda 4-6 oranında gerçekleşiyor. Nadir görülmesine karşın ostesarkomun agresif seyirli ve metastaz yapma eğilimleri yüksektir. Öte yandan yüzde 20-25 hastada radyolojik olarak ortaya konulabilen metastaz bulunuyor. En sık akciğerlere (80) metastaz yapar. İkinci en sık metastaz yaptığı yer ise başka kemik bölgeleridir.”
GENETİK YATKINLIK ÖNEMLİ
Osteosarkomun oluşumundaki etkenlerinin henüz net olarak bilinmemekle birlikte belli başlı bazı risk faktörlerinin hastalıkla bağlantısı olduğu düşünülüyor. Tanımlanmış genetik faktörlerin, risk faktörleri içinde yer aldığını söyleyen Doç. Dr. Koray Başdelioğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: ”Retinablastom ve p53 tümör supresör genlerin osteosarkom oluşumunda etkili olduğu ortaya kondu. Ayrıca Li-Fraumeni, Rothmund Thomson, Bloom ve Werner sendromlarında osteosarkom görülme riski artmaktadır. Ayrıca özellikle sekonder osteosarkomda olmak üzere Page hastalığı, kondrosarkom ve daha önce uygulanan radyoterapi gibi etkenler de osteosarkom gelişimine sebep olabilmektedir.”
”KEMİK TÜMÖRLERİ FARK EDİLİLEBİLİR BOYUTA GELENE KADAR BELİRTİ VERMEYEBİLİYOR
Genetik faktörlerin dışında cinsiyet, ırk ve etnik yapı farklarının da önemli risk faktörleri arasında bulunduğuna değinen Doç. Dr. Başdelioğlu, osteosarkomun erkeklerde kadınlara kıyasla ortalama 1.5 kat daha fazla görüldüğünü ayrıca siyahi/esmer ırklarda beyaz ırka göre daha yaygın olduğunu vurguladı.
Kemiklerde görülen tümörler çoğunlukla iyi huylu olduğunu ve belirti vermediklerinden sıklıkla başka nedenlerle çekilen röntgen, MR veya tomografi incelemelerinde tesadüfen tespit edilebildiğini ifade eden Yeditepe Üniversitesi Koşuyolu Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı Doç. Dr. Koray Başdelioğlu, ”Osteosarkomun tanısı hastanın klinik öyküsü, fizik muayenesi ve gerekli radyolojik tetkiklerin değerlendirilmesi ile konur. Radyolojik tetkik olarak ilk planda röntgenler değerlendirilir. Röntgenler tanı için oldukça yararlıdır. Ayrıca tüm kemiği de içine alacak şekilde kontrastlı MR tetkiki tümörün yayılımı, çevre yumuşak doku, damar ve sinir yapıları ile ilişkilerinin değerlendirilmesi ve skip metastazların (aynı kemik içinde farklı bölgeye yayılma) olup olmadığının değerlendirilmesi açısından gereklidir. Akciğer yayılımının olup olmadığının ortaya konulması için toraks tomografisi ve tüm vücut kemik taraması yapılır” dedi.
TEDAVİDE SON YILLARDA YÜZ GÜLDÜRÜCÜ SONUÇLAR ALINABİLİYOR
Osteosarkom tedavisinde son yıllarda çok büyük gelişmeler kaydedildiğinin altını çizen Doç. Dr. Başdelioğlu, ”Gerekli tetkiklerin incelenmesi ve biyopsi ile tanının kesinleştirilmesinden sonra tedavi ortopedik onkoloji, onkoloji, radyoloji, radyasyon onkolojisi ve patoloji bölümlerinin multidisipliner çalışmayla bir araya geldiği tümör konseylerinde değerlendirilir” diye konuştu.
Tedavinin cerrahi öncesi kemoterapi, cerrahi ve cerrahi sonrası kemoterapi olmak üzere üç aşamalı bir yöntemle yapıldığına değinen Doç. Dr. Başdelioğlu, ”Yakın geçmişe kadar tek tedavi, cerrahi yolla tümörlü uzvun alınması yani ampütasyondu. Ancak günümüzde cerrahi için mümkün olan her durumda uzuv koruyucu cerrahi tedavi uygulanıyor. Cerrahi öncesi kemoterapi uygulanması sonrası uzvu koruma oranları 90’ların üstündedir. Kanser daha önce yapılan biyopsi yolu da dâhil olmak üzere, hiç tümör dokusu görülmeden ve tümörün içine girilmeden çevresinde belli bir miktar temiz doku olacak şekilde tek parça halinde çıkarılır. Oluşan defekt ise tümör lokalizasyonu ve hastanın değerlendirilmesi neticesinde biyolojik olan ve biyolojik olmayan yöntemlerle rekonstrükte edilir. Böylelikle 5-10 yıllık sağ kalım oranları cerrahi öncesi ve sonrası kombine kemoterapi alan hastalarda geçmişe oranla yüz güldürücü oranlara ulaştı” diyerek sözlerini noktaladı.